Emziren Anne: Şubat 2015

Şubat 27, 2015

Süt Annesi Oldum vol.2

Murat'a bir süt kardeş daha katıldı:)

Buzluğa her gece kalktığımda sağıp azar azar çoğaltarak arttırdığım sütlerimi koymaya devam ediyorum. Murat, sağ olsun almasa da ben yine de koyuyorum bir gün ahasta olurum, ameliyat olmam gerekebilir, bir şey olur diye. Murat'cım da hiiiç oralı değil. Bireronu şimdi de diş kaşıyıcı yaptı. Her denememizde ağzında kemirip duruyor, es kaza ağzına süt dökülürse de tükürüyor. Haspa! Sanki başka bir şey veriyorum. Her zaman içtiği süt.

Yok paşam, tazesini, membaından içecek başka türlüsünü kabul etmiyor. Sanırım biz böyle böyle deneyelim derken Murat ek gıdaya bağlayacak ve benim oğlum emzik ve biberon almadan büyüyecek. Çok problem mi? Değil herhalde. Daralma zamanlarımı geçtim çünkü. Göksel'le " aaaghhh çıldıraaazaaam, hadi bir hava alalım" desek; Murat'la da çıkabileceğimiz ve o da arabada sakin sakin uyuyacağı için zaten artık nefes alma ihtiyaçlarımızı da karşılıyoruz.

He ben bir akşam dışarı çıkamadım, ağzıma bir yudum şarap koyamadım; o ayrı. Ölmedim de çok şükür alkolsüzlükten, ölünmüyormuş:)

Her neyse. Bu dolapta biriken sütlerin hamilelik sırasında tanışma fırsatını bulduğum bir grup Eylül-Ekim 2014 annesinin içinden bir arkadaşıma faydası dokundu. Kendisinin işe başlaması gerektiği için ve kızının da mamaya alerjisi olduğu için, şimdilik böyle bir çözüm bulduk :)  Ben Bursa'ya Sürat Kargo ile gönderiyorum; hiçbir şey olmadan çözülmeden gidiyor ertesi gün. Balık taşınan (ya da dondurma :) ) strafor kapların içine buz kalıpıyla poşet sütleri koyup iyice bantladığınızda hava almadığı için 13 14 saat sonra teslim edildiğinde kesinlikle çözülmemiş oluyor. Dolayısıyla ziyan olmuyor sütler, hemen buzluğa geri giriyorlar.

Ben şimdi bunları niye anlatıyorum? İyi anladık, şarıl şarıl memelerden süt geliyor diye hava mı yapıyorsun? demeyin. Çünkü hiç de öyle şarıl şarıl gelmiyor. Geceleri Murat uykudayken sağıyorum uykumdan feragat edip (o uyku öyle feragat ediecek bir şey değil canlar. O uyku var ya o uyku.. ahh canım uyku... canım.. hmm.. zZzZzZzzz...)

...

Ay ne diyordum? Heh evet uyku :) Neyse her gece 1 saat filan az uyuyup sağıyorum. Ara boşaltımı yapmak lazım hem memelerde süt uzun süre kaldığında şişme ve ateş yapmasın diye, hem de daha sık boşaldığı için sütte azalmayı engellesin diye. Yoksa ben de halen kaynar yapıp içeyim, dereotu kemireyim, yok efendim rezene içeyim boza içeyim tırmalamalarına devam ediyorum zaman zaman.

Gün olur ihtiyaç olur; ameliyat olmam gerekir, ilaç almam gerekir diye hep bu tırmalamalarımın sebebi ama. Yoksa rahatsız olamam ki Murat'tan ayrılamamaktan. Nasıl olayım? Tam zamanlı mesaisi olan bir işim olmadığı için her gün teşekkür ediyorum. İşe başlayacak ve başlamış annelere de çok sabır ve metanet diliyorum. Zira işleri hiç kolay değil. İşe Geri Dönme Çabaları yazımda da ufacık belirttiğim gibi 2 saat bile insanın tüm dengesini bozarken, o yavrusunun geleceği için yavrusundan ayrı kalma fikri gerçekten dayanılması çok güçtür eminim. Çok daha fazla saygı duyuyorum o arkadaşlarıma, annelere. Büyüksünüz. Gerçekten helal olsun.

Ne diyorduk? Heh. Bursa. İşte benim bu süper maharetli, çok tatlı arkadaşım Murat'a bir hediye paketi yollamış. Ama ne paket! Bayıldım. Daha doğrusu ailecek bayıldık! İnsanın yeteneğinin olması başka bir şey. Yoktan var etmek inanılmaz bir haz olmalı. Ben yemek yaparken bile, irmik helvasının rengi kıvamı tutunca kendimi baya baya Gandalf gibi hissederken, herhalde örgü örebilseydim Orta Dünya'nın başına bela yeni bir Sauron olurdum:)



Murat'a bere bile giymediği için almamışken, alamamışken Bakın Melek Teyze'si Murat'a neler örmüş. Ve işin asıl can alıcı tarafı, bakın benim süt konusunda mon cher oğlum, bere konusunda d mon cher'liğini nasıl konuşturmuş ve piyasa malını kafasına koydurmazken el emeği beresiyle atkısına nasıl gülerek gömülmüş:)

Ya o kadar ince düşünülmüş, o kadar zarif bir hediyeydi ki bu paylaşmadan edemedim:) Sanki Murat da anlamış gibi hediyenin güzelliğini taktığım gibi güldü bana. Bir de evin kendi sıcağında!








Müdür gibi oturduğu yerden gülümsedi, "Tamamdır Anne", "Bunlar olmuş; başka bereyi denemeye gerek yok" dedi sanki bana atkısına sarılırken. Sanki berenin atkının yününün yumuşaklığına Melek'in kalbi değmiş de, Murat'ın yüzünü güldürmüş o koku:)

Bir de meyvelerimiz sebzelerimiz var tabii. Amigurumi ustası olan Melek, Murat'a hem renkleri, hem sebze ve meyveleri öğrenebileceği, öğrenirken de rahatlıkla kemirebileceği sağlıklı oyuncaklar yapmış. Onları da görür görmez hemen yiyecek olduklarını anladı oğlum (Maşallah, pek de zeki! Yoksa her şeyi bu ara yemeye çalıştığı için değil; tamamen bilinçli olarak ağzına götürdü oğlum).

Ben şimdi bunları niye yazdım? Bugün Dünya'da iyi şeyler de oldu ya, bilin istedim. Hep üzülmeyin; bakın bugün 2 bebek mutlu oldu. Birinin karnı doydu, biri de soğukta sıcacık oldu:) Bugün iki bebek böyle güldü ya, siz de gülün:)

Güle güle!
 

Şubat 24, 2015

İşe Geri Dönme Çabaları -1

4 ay sonra ilk defa Murat'tan 2 saat ayrı kaldım. Mayıs ayında master tezini teslim edip doktora başvurusunda bulunacak bir öğrencimle buluşmam gerekiyordu. Başvurular tezin gidişatı vs üzerine konuşmak için.

Sağ olsun Murat'ın biberon almayışını bahsettiğimde "Tamam" dedi "ben gelirim sana" ve Tarabya'dan kalktı geldi Kartal'a. Bina'nın girişinde açılan Kafe'de sakince çalışırız diye düşündük. Annem de evde Murat'a bakacaktı; bir durum olursa fırlar yukarı, problem neyse çözer, aşağıya geri inerim diye planladık.

Planladığımız gibi de gitti neyse ki. Ben Murat'ı emzirdim, indim. Murat bir süre sonra annemin omzunda uyuyakalmış, annem yatırmış yerine. Yerine yatırırken uyanmış ( her zaman ki gibi) ve dudak bükmek suretiyle en içli ağlayışına geçmiş. Tabii anneanne oracıkta 5 yaş birden atıyor ve hemmmennn tekrar böğrüne basıyor Murat'ı (Anneanne yeni düştü tabii buralara, bilemiyor raconu. Dudak bükmeler, kaşları Küçük Emrah gibi kaldırmalar... Kucağa almadan yanına gidip alnından öpüp, "buradayım oğlum, hadi uyuyoruz" deyip pışpışlasa halbuki hemen dalacak tekrar. Ama beyim kucakta dalmayı yeğliyor :)). Bu sefer iyice daldığından emin olmak için 20 dakika boyunca belini koparsa da Murat'ı yerine bırakmayan cefakar anneanne, sonunda omuzdan akan salyaların Murat'ın daldığının bir emaresi olduğunu anlayıp yerine bırakıyor ve bir de üstüne Murat'ın birikmiş ütülerini yapıyor torun uyurken (Ah Anammm. Canım Anaammmm!! On numara 5 yıldız bir insansıınn!! )

Ben peki ne yapıyorum? Bilmem. Hiçbir fikrim yok. Ne konuştuk, ne dedim, öğrenci ne dedi, ne içtik ne yedik hiiiiiçbir fikrim yok. Tek hatırladığım kafam önümde telefonun ekran tuşuna 10 saniyede bir basıp çağrı var mı diye kontrol ettiğim. Ya zaten açtın ya telefonun sesini 4 ay sonra ilk defa! Çalsa sırf sen değil belki annen bile duyacak evden, o kadar açtın sesini. Bak birisi gelip sana "Bir şey alır
mıydınız hanımefendi?" diye soruyor. Faydalan! Al :) Bir kere adamcağız jest yapmış, o görüntünle inmişsin utanmadan aşağıya, insan içine çıkmışsın; sana bir de yutkunarak da olsa hanımefendi demiş. "Bırak beni sen kendine ve bütün arkadaşlarına benden birer çay söyle canım kardeşim" diyeceğine "Ay bir saniye, sonra sorsanız şimdi bakamayacağım" deyip menüyü bırakıp bir de tersleyivermişsin elemanı. Tüh sana, tüh!

Neyse sonra kendime geldim de, "Esra" dedim; " Gün bugündür, iste getirsin arkadaşlar". İşte orda içtiğim en güzel kahveyi içtim. Doğurduğundan beri ilk defa mı içtin, yaban? diye sorabilirsiniz. Hayır, ilk değildi tabii ki. Ama oturup insan gibi sohbet ederek, Murat'tan bahsetmeyerek, doğumdan bebeklerden kakalardan gazdan sütten bahsetmeyerek geçirdiğim tek 2 saat olduğu için sanki eski hayatıma şöyle camdan perdeyi aralayıp bir baktım gibi geldi; çok hoşuma gitti.

Evet kafam hep yukarıdaydı; biliyorum annem çok çok zorlanmadan hayatta aramaz beni. O yüzden kafamdaki hep deli senaryolara gidip gidip geldim. Acaba şuan Murat ağlamaktan helak olmuş mudur? Ben yokum diye kokumu arıyor mudur? Annemin beli kopmuş mudur? Peki Murat beni istiyor mudur? Bir çıkıp insem rahat edeceğim sanki. Acaba ayıp olur mu? Ay ne dedi çocuk şimdi, sanki soru sordu bana bakıyor ya cevap ister gibi.

Sonra dank etti. Murat değil de annem benimle dursaydı daha iyiydi. Zira biri birinden ayrıldı diye anne desteğine ihtiyacı olan yavru bendim :)



Şubat 21, 2015

Canım'la Can'ımda gezinmeler

Moda candır. Moda canandır. Moda olgunluğum, avareliğim, keyfim, huzurum, zamanın yavaşladığı günlerimdir Moda. Her gün iş gereği Kadıköy'e gider rıhtımdan başlayan günümün bir köşesinde Moda'ya amaçsız da olsa bir yürür inerdim. Spor olsun, nefes olsun diye. Olurdu da nefesim. Aklımı tırmalayan ne varsa, her neyse şeytan tırnağı gibi fırlayan beynimde söküp alırdım kanatmadan, rahatlatırdım kafamı, nefesim olurdu cidden.

Neydi Moda'yı bu kadar yetkin kılan? Bilmem. Ben yürürken yolda semirmiş, kocaman göbeği olan sokak köpeği sevmeyi; hem Arnavut kaldırımda yürüyüp hem çok yaşlı ağaç görmeyi; hem bisiklet sürene hem yayaya hem arabaya alışkın caddelerde yürümeyi; hem bahar günü koca koca kürküyle makyajıyla yapılmış saçıyla başıyla gezen kokona pinpon teyze görmeyi hem de zibidi liseli görmeyi seviyorum herhalde. Bunların hepsi bana rahatlık veriyor.

Geçen hafta buz gibi soğukta bir arkadaşımla buluşmak için gittik ailecek Moda'ya. Murat da sevdi herhalde ki 3,5 saat bize müsaade etti. Uyudu uyandı, emzirdim ama gık demedi sağ olsun:) "Eski dostlar biraz sohbet etsin, günah bu zavallılar da azcık insan görsün" dedi yavrum :)

Bugün de Moda'da oturan ve Murat'tan 2 ay büyük oğlu olan başka bir çift arkadaşı ziyarete gittik. Önce buz gibi kar altında geçen bir haftanın sonunda açan güneşi yakalayalım ensesinden diyerek yürüdük uzun uzun bebeklerle. Puseti arabaya koyduk; 4 büyük 2 küçük kangurularla gezdik, çok da rahat oldu. Puset Annesi ve/ya da Sling Annesi yazımda değindiğim mevzuya dönecek olursak, kanguru böyle gezintilerde öne çıkıyor oldukça. Özellikle Moda'nın dar ve yer yer köpek pisliğiyle bezenmiş mayın tarlası gibi kaldırımlarını düşünecek olursak, kangurunun manevra kabiliyetinin pusete oranla daha yüksek olduğunu söylemeliyim:)

Sonra oğlanların biri açlıktan öbürü de uykusuzluktan bitap düşünce evlerine geçtik ve boynumuzun borcu olan oğlanları tatmin etme kısmına geçtik günümüzün ( ne zaman bitiyor ki o kısım zaten :) ).

Eve döndüğümüzde yorgun ama çok sakin, mutlu, huzurlu bir dinginlik vardı 3'ümüzde de. Murat bile akşam banyosundan sonra onu uyuttuğumda pek itiraz etmedi; daldı uykusuna ve annesine bu satırları yazma aralığı müsaade etti.

Hem Moda hem de ben son buluşmamızdan beri çok değişmiştik ama neyse ki en yakın arkadaşım gibi Coğanam gibi, aradan uzun zamanda geçse bıraktığımız yerden başlayabildik. Ne aradan geçen zamanı sorguladık; ne birbirimizdeki değişiklikleri. Moda Murat'ı kabul etti hemen, iç titreten rüzgarını kesti köşeyi dönünce güneşinin sıcağında kucağımda uyuttu kuzumu; ben de nerde teyzelerim, nerde pinponlarım hep zibidi olmuş buralar demedim ona. Her zaman yaptığı gibi yaptı, zamanımı yavaşlattı nefesim oldu bugün:)

Bu gece herkes bir düşünsün bakalım; hangi semt, hangi sokak, hangi şehir sizi bu kadar sever, sizi bu kadar çeker, özler? Sonra da ilk iş yarın, bu hafta, bu ay, oraya geri dönün:) Bu da benden size akşam sefası:)

Şubat 19, 2015

Büyüse de Büyümese

Anne olarak giderek tuhaflaşıyorum. İsteklerim iyice tutarsızlaştı. Beyaz'ın şovunda eskiden psikopat diye bir karakter vardı. Oxymoronlarla konuşurdu. "Yarış kazanmak istiyorum ama ikinci gelmek istiyorum" gibi şeyler söylerdi. İşte tam onun gibiyim. Psikopat Anne ;) Son moda isteğim bu aralar Murat'ın büyüse de büyümemesi. Hem büyüsün istiyorum hem de büyüdükçe gelişen değişen Murat'a yetişmek zor geliyor, eski oğlumu özlüyorum. "ya tuhaf kadın! Değişim hayattır, bırak değişsin, değişecek tabii ki. Sen sanki hep aynısın!" 

İşte bu büyümeyle beraber Murat'da son değişiklikler mızmızlanma olarak ortaya çıktı. Son 3 haftadır Murat'ta ciddi bir karakter değişimi yaşanıyor. Buna bir kaç farklı açıklama getirebiliriz. 

1- Atak dönemi. Bu yeni moda sanırım. 10yaşında çocuğu olanlar pek haberdar değiller. Daha doğrusu "Yahu bugünlerde pek huysuz bu" olarak tanımlanıyormuş eskiden:) Şimdi bilim insanları ayrıştırmış o huysuzluk dönemlerini ve aslında bebeklerin günahını aldığımızı ortaya koymuşlar.
Meğerse Murat 14.. -19. Haftalar arasındaki "leap of Events" atağından geçiyormuş. Bu atak süresince artık sadece yumuşak geçişleri değil kısa ve tanıdık olayları geçişleri de algılayabilecekmiş efendim. Ama her atak dönemi boyunca biraz sıkıntılı huysuz olabilirmiş. Biraz mı? Sıkıntılı mı? Tamam farkındayım; bilgisayar bile olsa yükleme yaparken ekran donar işleyiş yavaşlar filan ama Murat sağ olsun sadece ekranı kısa süreli dondurmuyor mavi ekran veriyor. 3 haftadır necefli maşrapa çıkıyor Murat'ın ekranında (necef mi? Maşrapa mı? Diyenlerinizi 80 lere davet ediyorum, TRT'nin beyin tokatlayan arıza ekranı görüntüsüydü).

2- Artık 4aylık oldu. Algısı çok açıldı. Kendi başına bırakılarak vakit geçirmesi artık zor. Bunu doktorumdan da duydum maalesef. "Murat'ın algıları çok aktif, muhabbeti dinlemek değil ortak olmak istiyor"muş daaaa "öyle uyandı, emzireyim de halısına bırakayım orada takılsın" yaptırmazmış artık. Poff.. Peki. Demek ki bana yine yemek yok:( Döndük gerisin geri yenidoğan zamanlarına evde sling wrapla dolanmaya. Tek fark Murat 2 yenidoğan kilosunda artık ve benim belim -1
yenidoğan ancak taşır. 

3- Hasta mı acaba? Hayır değil, bir rahat olun.

4- Hımmm siz bunu şımartmışsınız canım. Geçmiş olsun, alışmış. Şimdi 4 aylık çocuk zaten şımarmaz, iletişir en doğal ve dürüst haliyle. Sana bana benzemez yani; mış gibi yapmaz. Zamanı yok, tahammülü yok çünkü onun. Ne isterse, neye ihtiyacı varsa o an bunu sana söyler. Şımarmak bizlere mahsus. He ne yapar? Rutinini korumak ister. Eğer ki rutini kucakta uyumaksa bunu kırmak zordur, evet. Ama sebebi bebeklerin Dr. Evil'in torunu olması değildir. Evet, şok edici bazılarınız için biliyorum ama bebekler aslında hikayedeki kötü kahraman değillerdir, size kumpas kurmazlar. Bellerinde kırbaçla evde volta atıp sizlere ayar vermezler. 

5- Aç bu çocuk, doysa sakinleşir. Yav hee heee...

Benim inancım bunun atak dönemiyle alakalı bir nanelik oluşuydu ve 19.  Haftada saat gibi biteceğiydi ( ay kendime bazen çok gülüyorum;) ). Sanırım kalıcı oldu. Daha aktif ve daha talepkar bir bebeğim var artık, hiç sorun değil. Ben her şeyimle her şeyimin yanındayım zaten. Yeter ki o kabul etsin :)

Ama yakın zamanda uyuma düzenimize yeni bir ayar vermek zorunda kalacağız sanırım. Sadece memede uykuya dalıyor bu atakla beraber. Kalıcı olması durumunda çok sıkıntı yaratacağı için Göksel'le uyku eğitimi vermeye başlamayı düşünüyoruz. Bakalım, eğer başlarsak gün gün yazacağım. Şimdilik bütün psikopat annelere iyi geceler dilemek istiyorum ama güneş de batmasın istiyorum!!! 


Şubat 17, 2015

Yüreğin mi Var Derdin Var

Anaçlıktan öleceğim herhalde. Bu nedir ya? Arkadaş ben böyle biri değildim. Tamam insandım, tamam Dünya Basketbol Şampiyonası'nda Sırbistan'ı son saniye de blokla yenince ağladım, tamam lise arkadaşlarımın düğünlerinde duygulanırım gözlerim dolar ama böyle de sulu göz, endişe yumağı, yufka yürekli yımış yımış biri değildim.

Hamileyken Soma felaketi yaşanmıştı. O gün bugündür zaten haber dinlemiyorum. Kesinlikle taviz vermediğim bir kural. Hele ki araba kullanırken. Soma haberlerinin döndüğü bir gün sahil yolunda bir dönüşüm vardır eve, bir ben bilirim.

Bugün günlerdir beklenen kar yağışı İstanbul'a geldi. Ben de Murat'ı alıp çok kısa alışveriş merkezine uğrayıp eve geri döndüm. Döndüğüm gibi de, sağ olsun, hava bastırdı. Oturup Murat uyurken kar izleyeyim dedim; bildiğiniz boş boş cama baktım. Ne mi gördüm? Bembeyaz duvar. Yani kahveyi alıp koltuğu duvara çevirseydim de aynıydı. Ya romantik kar böyle mi izlenir ki? Kar öyle deli yağıyordu ki, camdan dışarı baktığımda karşıdaki binayı göremiyordum. "Hımmm, ne kadar da güzel yağıyor? Evet evet, karda İstanbul da pek güzel". Nerden bileceksin e kızım yakışıp yakışmadığını? Görüyor musun ki? Görmüyorsun. Tipi var dışarda.

Sonra akşam oldu. Murat uyudu. Ben şansımı tekrar denedim. Geçtim camın önüne, aldım bardağı. Hevesliyim, kararlıyım, dışarı bakıp etkilenmeye hazırım. Huzur bulacağım ben o camda, keyif yapacağım ya, inadım inat.

İlk duyduğum seste döndüm hayaller aleminden dünyaya; ah, o yırtınsam da bir yere kadar güzelleşen dünyama. Yırtınsam da ben o dışardan gelen havlama seslerini duymamazlık edemem. Hevesim kursağımda kaldı. Kalmakla da kalmadı düğümlendi takıldı. Göksel'e sordum. "Üşür mü? Doğru söyle".

Sanki adam veteriner. Her köpeğin deri altı yağlarını biliyor da söyleyecek. O da karısını tanıyor tabii. "Hiçbir şey olmaz, alışıktır onlar" dedi. Poff... Bari üşümezler diyeydi. Alışıktır demek, evet üşüyorlar ama onlara koymaz, sokak çocuğu onlar demek.

Oturdum onları dert ettim şimdi. Kuzumu yatırdım, dışardaki kuzularıma taktım. Kendimi Adile Naşit gibi hissediyorum. Hepsi benim kuzucuklarım.

Bu akşam ya da yarın kartopu oynamaya çıktığınızda kuzucuklarıma da bir bakın olur mu? Bir ekmek, bir sıcak su çıkarıverin lütfen.

Şubat 16, 2015

Ya oğlum benden hesap sorarsa

Ya Murat benden hesap sorarsa. Ya bana "Anne neden sen bir şey yazmadın? Neden sen bir şey söylemedin?" derse ne cevap vereceğim bilemezdim. İşte bu yüzden iki kelam etmek zorundayım.

Cuma gününden beridir ara ara gözlerim doluyor sinirden mi üzüntüden mi ben de bilmiyorum ya, pek de önemli değil. Bir genç kızın hayatında hak iddia edildi; elde edildi ve tüketildi. Bunların hiçbirinin faili ne yazık ki kendi değildi.

Bir kadınım, bir Türk kadınıyım. Bu bile gereğinden fazla şey anlatıyor olmalı. Belki de yazmama bile gerek olmamalı, anlaşılıyor olmalı.

Benim de hislerime ve bedenime aynı niyetle yaklaşanlar oldu geçmişte; her Türk genç kızın yaşadığı gibi ben de hayatın doğal akışının bir parçası olarak bunları göğsümde yumuşatıp hayatıma devam ettim.

Ruhum sünger gibi çekti bu anıları. Senelerce sıktım sıktım bir türlü akıtamadım zehirlerini. Hiçbir kadın da akıtamaz; ömür boyu taşır ruhunda bu anıları.  O anların hissini, o adamların terlerinin kokusunu, ellerinin dokunuşunu.

Oğlum oku bunları. Sen de bil diye yazıyorum bunları. Sen de mutlaka oku. Sonra bana hesap sorarsın belki, anne niye sen de yazmadın diye. Sorma oğlum, bak yazdım. Yoksa içim acıdan üzüntüden taştığı için değil, yazmazsam kusarım diye hiç değil. Sen oku, sen bil Murat.

Ortaokuldaydım, 14 yaşındaydım. Taksimden eve dönmek için AKM'nin yanından Bostancı dolmuşuna bindim. Sol arka cam kenarı boş diye çok sevindim. Voleybol antrenmanından çıkmıştım; Hem spor çantam hem okul çantam çok yer kaplıyordu. Spor çantamı yere ayaklarımın arasına koydum, kayışını bileğime doladım (çok yorgunum, biliyorum yolda trafik olacak ve ben uyuya kalabilirim. Bu yüzden bileğime dolarım hep çantamın kayışını). Polarımı çıkarıp bacaklarıma battaniye gibi örttüm ki ısınayım. Bu dolmuşlar soğukta kaloriferi açmazlar pek, içerisi buğu yapıyor derler. Bekledim yanıma oturanı göreyim diye. Boynunda Turkcell'in çalışanlarına verdi kimlik kartı asılı, takım elbiseli, jilet gibi giyinmiş 40larında orta yaşlı boylu poslu çok yakışıklı bir adam oturdu. Yağmurluğunu katlayıp kucağına aldı ve Economist dergisini açıp okumaya başladı. "Oh, dedim. Herhalde rahatım. Eğitimli, Turkcell'de çalışan, yabancı dil bilen adam gibi görünümlü biri oturdu. He bir de yakışıklı. "Benim bu antrenmandan çıkmış terden dağıldığı için sıkı sıkı topuz yaptığım yağlı saçlı halime tenezzül etmez, kafamı cama dayayabilirim gönül rahatlığıyla" dedim.

Bak, Murat iyi öğrenim adamı eğitmez oğlum. Kılık kıyafet insanın ruhunun kirini pasını temizlemez oğlum. Sen adam olmayı kılıkla, öğrenimle, boyla posla karıştırmayasın oğlum. Adam olmak emek ister; bunlar kolay oğlum.

Uyandığımda köprüyü geçmiştik ve Kadıköy'e doğru ilerliyordu dolmuş. Çok sevinmiştim, iyi dedim; trafiği geçmişiz. Ziverbey'den sonra 15 dakikaya evdeyim. Sonra poları açasım geldi çünkü sıcaklamıştım ama bir hissettim ki poların altında etek çıkmış kafama nerdeyse. "Vay Esra, yine deli uyudun kızım. Neyse ki örttün poları, aferin!". Çaktırmadan poların altından eteği düzeltir miyim acaba diye düşünürken sağ bacağımın üstünün terlediğini hissettim. Ne tuhaf. Hava o kadar sıcak değil. Esas tuhaf olansa poların bu kadar belirgin şekilde 4 ayrı dalga halinde bacağımda bıraktığı his. Dolmuş tangır tungur devam ettikçe o dalgalar oynuyor, hareket ediyor yukarı doğru sola doğru.

Ben iyi niyetli insanım Murat. Genç kızlar iyiyi düşünmek isterler, kötüyü görmek istemezler oğlum.

İhtimal vermedim; yuh dedim çünkü olamaz herhâlde. Bu adam böyle bir işe girmiş olamaz. Sonra merak ettim yan gözle sağ elini görmeye çalıştım, yok; bulamadım. Paltosunun altında kayboluyordu. Oradan polarımın altına kadar uzanabileceğini tahmin edememiştim. Ben "yok artık! Ben kuruyorum", " ya galiba bu bir parmak!" diye gidip gelene kadar dolmuş Ziverbey'e gelmişti bile. Dayanamadım poları bir anda açtım. Karşımda 2 bacak ve sağ tarafta paltonun altına doğru hızlıca kayan 4 tane uzun kıpkırmızı damarlı parmak gördüm.

Murat oğlum, sakin ol. Beni tanıyorsun. Ben bu işi orda bırakmam:)

Döndüm yüzüne baktım. Bana ne yapsa beğenirsin? Bana güldü. Gülmedi aslında. Sol dudağının kenarında sırıttı, verdiği hizmetten memnun kaldığımı düşünerek.

Gözü insanın kararmış Murat. Aman senin kararmasın oğlum hiç. Hep önünü gör, hep apaydınlık olsun yolun.

Hayatımda ilk defa değil ama son defa birisine bu şekilde vurdum. Vurdum derken ağzını burnunu kırdım desek sanırım daha doğru olur:) Ne ben ne de o böyle bir tepki vereceğimizi tahmin etmemiştik sanırım çünkü o da usulca dayağını yedi, hiçbir şey yapmadı, ben de usulca vurdum. Ne olduğunun ayırdına vardığında dolmuş şoförü de arabayı kenara çekip bana katıldı.

Oğlum annenin böyle bir şekilde canlandırmanı istemem; inan ben de kendimi öyle hatırlayınca bir tuhaf oluyorum. Halbuki çok sevimliyimdir normalde biliyorsun:)

Dünyaya geri döndüğümde dolmuş durmuş, adam fırlamış kaçmış, önümde oturan 3 teyze ağlayarak söyleniyor, dolmuş şoförü kaçanı sokak başına kadar kovaladığından söylenerek geri yürüyor, yanımda oturan 2 genç çocuktan biri korkarak benim şaşkınlıktan kapatmayı unuttuğum eteğimi korkarak uzanıp kapatmaya çalışıyordu. Meğerse bütün o zamanda etek hep açık kalmış:) O gencin yüzündeki korkuyu asla unutamam. Hem bir taraftan yardımcı olmak istiyor hem de 6-0lık maç sonrası Mecidiyeköy'de Fener formasıyla UltraAslanlıların arasında tek kalmış, yutkunarak gülümseyen taraftar edasıyla  çekinerek uzaklaşıyor benden:)

Sinirlenince şuur kaybı yaşadığımı biliyorsun Murat. Umarım sen o anımda karşımdaki insan olmazsın oğlum:)

Ben o günden sonra dolmuşta uyudum mu? Uyudum ama yanımda sadece kadın oturduğunda. Ben o günden sonra minibüste otobüste hiç bir dokunuşu hissettiğimde "Acaba? Ay günahını almayayım" dedim mi? demedim oğlum.

Ve kaderin kara kara sürmeli gözlerini seveyim ki ben o günden 7 sene sonra Turkcell'de çalışmaya başladığımda kat kat gezip o adamı aradım oğlum. Belki bulurum da, 7 sene boyunca kafamda 487482824 defa tekrarladığım şeyleri ona söyleyebilirim diye.

Sen kimsenin hayatında bedeninde ruhunda hak iddia etme Murat. Çünkü umarım sen de göreceksin ki hayatında yaşayacağın en derin mutluluk birinin seninle hayatını bedenini ruhunu gönüllü olarak paylaşmak istemesi olacaktır. Bu zevkten, bu keyiften, bu değerden vazgeçme Murat.

He tabii bir de bana saygı göster oğlum. Ben Seni sıfırdan yaptım. Ben seni sevgiyle, aşkla, huzurla yaptım; sen de hayatında sevgi, aşk huzur topla. Ben seni çok sevdim, sen de insanı çok sev oğlum.

Oğlum oku bunları. Sen de mutlaka oku. Sonra bana hesap sorarsın belki, anne niye sen de yazmadın diye. Sorma oğlum, bak yazdım. Yoksa içim acıdan üzüntüden taştığı için değil, yazmazsam kusarım diye hiç değil. Sen oku, sen bil Murat.



Şubat 15, 2015

Murat'la tanışmamızın 1.yıldönümü

Geçtiğimiz perşembe günü Murat'la tanışalı tam 1 sene oldu. Geçen sene 12 Şubat perşembe günü çok yakın 2 arkadaşımla görüşmek üzere Kadıköy'deydim. Hava soğuk ama kuruydu. Göksel iş için Ankara'daydı, ertesi gün gelecekti. Ben de Önce Yelina (Coğanam) la buluşmak için Moda'ya yürüdüm.

Çok sevdiğim bir yürüyüş yoludur orası. Pazarın içinden geçerim hep. Önce baharat, sonra et, sonra balık, sonra taze sebze kokusu çekerim içime. Sonra bir süre nefesimi tutarım çünkü illa ki her seferinde önümden leş gibi duman salan bir motor geçer.

Sonra en son ne zaman sigara yaktığımı hatırlamaya çalışırım. Ne zamandı? Kahve içerken. E baya olmuş. Neyse yürürken içmeyeyim derim, oturunca yakarım.

Moda'da Coğanam'la buluştuk. Polka'da sebze çorbası içtik, sonra çay. O yoga dersini vermiş çıkmıştı, ben aşağıda SAT öğrencimden ayrılmıştım yeni. Askerdeki sevgilisinden (şimdi nişanlılar :) ), bizim kayak gezisinden, ondan bundan lafladık. Sonra dedi ki "ben çok tatlı 2 arkadaşımla görüşeceğim sen de gel". Gittik Belfast'a oturduk, Guinness söyledim 1 tane. Önceden hiç ısmarlamazdım. Londra'da da stout bira denemiştim, alışmamış damakta durmamıştı siyah bira. Bu sefer içeyim dedim.

Ohhhh dedim ilk yudumda. Ben ne yapmışım senelerdir de içmemişim. Çok lezzetli biraymış; bundan sonra hep Guinness 'çiyim arkadaş dedim:) Nerden bilecektim o ilk ve son Guinness'imdi:) O günden sonra ilk ağzıma aldığım alkol yılbaşında içtiğim 4 yudum biraydı. Onun da devamını içemedim vicdanım sızladı:)

Oturduk permakültür'den, İstanbul'dan kaçış yollarından, evlilikten, işten güçten sohbet ederken saat 4 oldu ve ben diğer arkadaşla buluşmak üzere Moda Caddesi'nden Moda'ya doğru yürümeye koyuldum. Bu sefer de Pelin'le buluşup, akşam yemeği yemek üzere pizzacıya girdik. Bana 4 aylık hamile olduğunun haberini verdi. Çok sevindim, kutladık, sarıldık :) Sigara dumanından kaçmaya çalıştı, soda içti su içti garibim midesi çok iyi değildi hala.

Bizi sordu, dedim "Ocak ayı itibariyle tükkanı açtık Pelincim, bakalım, beklemedeyiz:)". Hatta reglimde 3-4 gün gecikmiş, nasıl söyleniyorum ben de. O da dedi, "Acaba?!!" .

 "Yok dedim canım benim, öyle bir şey değil; belli olacağım da işte bugün yarın. Yoksa hissederim ben. Hem zaten daha çok erken. İlacı yeni bıraktım"

Nasıl da samimiyim. Hiiiiiiç ihtimal vermiyorum ya! Aklımın kör köşesinden geçmiyor. Herhâlde akıl tutulması yaşıyorum orda. Ya sen nerden bileceksin şaşkın kız. Sanki 346534. hamileliğin :)  

Yemekten sonra kahvemi de içtim ohhh miss gibi, eve döndüm. Ama aklıma saldı bir kurt. Bütün yol boyu kendi kendime dır dır yaptım.

"Olabilir mi ya?"
"Yok ya , yuh. Sakin ol bir Esra ya, hemen gaza gelme"
"Ya ne olacak bir bakayım eve gidince."
"Durduk yere caaanım günü bozacaksın, moralini dağıtacaksın ama sen bilirsin"

Tabii eve girer girmez, bütün o biralar, kahveler bir yerden çıkacağı için, fırsatta istifade dolapta istiflediğim hamilelik testlerinden bir taneyi aldım ve uyguladım. Öyle ömrümün en uzun 3 dakikası filan değildi. Pek ihtimal vermiyordum çünkü.

Gittim mutfağa su içtim, kahve içecektim; onun suyunu koydum ısıtıcıya geri geldim baktım.
 
Bir daha baktım.

Prospektüsü çöpten çıkardım okudum sonra bir daha baktım.

Prospektüsü bir daha okudum. Sonra dolabı açtım ve 3 tane daha test aldım.

Bir sorun vardı ama; çişim yok! Mutfağa gidip yaklaşık 1.5 litre suyu tek seferde içtim. Bir taraftan da böbreklerim patlayacak diye düşünüyorum:) Yarım saat içinde o 3 testi de uygulayabildim. 1'inde daha belirgin pozitif, 1'inde silik pozitif, 1'inde ise neredeyse hiç gözükmeyen çok silik bir pozitif çıktı. Ay ay ay ay...

Güneş patladı, dünya bir ateş bulutu halinde döne döne soğumaya başladı..... Beynim reset attı kendine ve evren baştan başladı ben de:) Çok sevindim, sonra çok kısa bir an üzüldüm, aklıma bir şeyler geldi -ki ondan Yazdığım En Zor Yazı Olacak adlı yazımda bahsettim. Sonra çok sini oldum Göksel evde yok diye. Kendime de kızdım ne diye o evde yokken yaptım ki bunu ben. Şimdi dut gibi kendi kendine sarıl öp koklaş, hadi bakalım salak! Hemen en belirgin pozitifleri gösteren testlerin fotoğrafını çekip göksele gönderdim ve keyifle ondan gelecek çağrıyı beklemeye başladım. Ne desem acaba? Ay telefonu nasıl açsam? derken telefon çalmıyor. E biliyorum otel odasında televizyon izliyorum dedi 20 dakika önce. Püfffff.... bakmıyor bu çocuk telefonuna hiç yaaa... Bekle bekleee dakikalar gün gibi. Dayanamadım aradım. "Şu telefonuna baksana be adam" dedim. Ne oldu ki diyene kadar kapattım telefonu. Ay akılsız kızım! Açmışsın telefonu işte. Söylesene orda. Yoooook sürpriz yapacak illa ki. Sonra beklediğim telefon geldi. Hayatımın sayılı telefon konuşmalarından biridir, hiç unutmadığım.

Telefonu kapadıktan sonra ayna karşısına geçip konuşmaya başladım Murat'la, daha adı bile yokken, Murat bile değilken. Dakikalarca orda güle ağlaya (gerçekten bu lafı hiç bu kadar gerçek manada kullanmamıştım) orda konuştum. Hayatımın nasıl bir daha asla eskisi gibi olamayacağını tekrarlıyordum kendime. Çok da bilmiyormuşum ne demek olduğunu bu cümlenin. 1 sene sonra dönüp baktığımda 1 değil 10 yaş küçük gözüktün gözüme Esra; çok safmışsın, çok küçükmüşsün kız.


Şubat 13, 2015

Gevreye Gevreye Aşı da Olunur

Bugün aşı günü. Murat 4 aylık oldu ve karma aşıların 2. dozunu olması gerekiyor.

Ben de bunun sıkıntısı hafta başından başladı. Geçen seferki karnemize bakacak olursak;

Murat: 5 Pekiyi

Esra: 2 Zayıf

Adam doğası gereği biraz çığlık atmış biraz ağlamış, ama hemencecik susuvermişti. O öyle susunca hemen bu sefer ben ağlamıştım. Ama canı yandı diye değil.

"Canı yandı, ama hemencecik sustu; ay gönlünce ağlamadı bile oğlum yaaa" diyerekten ben üzülmüştüm onun o metin duruşundan dolayı:)

Ama o günkü kadar madara olmadım herhâlde hayatımda. Çok sert mizacım vardır efenim duvar gibiyimdir. "Erkek gibisin maşallah gıkın çıkmıyor Esra" derler ben de onlara "yerimde erkek olsa ağlardı derdim". Öylesine ağrı eşiğim yüksektir. Bunu suni sancıları zangır zangır verirken zırt pırt yanıma gelip "bu da mı acıtmıyor ya? Hadi biraz daha arttıralım" diyerek kabaran doğumhane hemşireleri de şahittir.

Ağrı eşiği ama şefkat eşiğiyle paralel çıktı. Şefkatten doldum doldum taştım, sınıfta kaldım. Ben öyle 2. ay aşılarında salya sümük çıkınca, elin 20 küsur yaşındaki ufacık hemşiresi bana gülerek ayar verdi, "Bir daha ki sefere dayanamayacaksanız babası girsin ama Esra Hanım" dedi. Ay yediremedim kendime hiç ! Baya baya madara olmuştum.

Sonra bugün oldu, 4. ay aşıları için 2. round da buluştuk. Çok motiveyim, günlerdir bugüne hazırlamışım kendimi. (Bu arada olan oğluma olacak, adam aşı olacak; ben kendim ağlamayayım diye hazırlanıyorum :) ) Bu sefer dedim babası tutsun bacağından ben baş tarafında durup ona bakayım, o da beni görsün. 1. aşıyı oldu adam farkında değil! Ağlamayı bırak, "Ana! Ne oluyor ya, bacağımı sinek mi ısırdı ki?" tarzında sorgulayan gözlerle bile bakınmadı. Hep bendeydi gözleri.

2. aşı için bu yakabilir dedi hemşire. Eli çok hafif kızın herhalde, 2.de de sanki gaz sıkıştırmış da uykusundan zamansız uyanmış gibi bir bağırdı ve bağırdığı gibi de sustu hemen Göksel kucağına alınca. Vay! köftehora bak. Büyüdü de aşılara "vız gelir tırıs gider" muamelesi yapıyor. Ben de tabii ki piyango vurmuş gibi geh geh geh geh gevriyorum.


Aşı günü böylelikle benim için korkutucu bir deneyim olmaktan çıktı galiba. Çocukken de korkmazdım, şimdi de artık korkmuyorum. Ne demişim 1 sene önce;

Çünkü ben bir süper kahramanım, içimde süper biri var demiştim. İşte o süper biri sayesinde korkularımı yendim :) O zaman kendime bol f'li bir affffferin :)

Şubat 10, 2015

Gözle görmez, kulak duymaz, kalbin sesi kısılır

Ben bu blogu yazmaya başladığımda bir sözüm vardı kendime. Dürüst yazacağım demiştim; ilk planım ilerde Murat'ın okuyacağı günlük olarak tutmaktı ve insanın oğluna samimi olmaması düşünülemezdi. 

Sonra iş değişti biraz büyüdü ama samimiyetten ödün vermedim. Hissettiğim gibi gördüğüm gibi duyduğum gibi yazdım. Bugün de öyle yazmak boynumun borcu.

Bugün şuursuz baba sendromuna değinmek istiyorum. Efenim bu babalar, sabah kalkar işe giderler akşam eve gelirler ya, heh işte o zaman zarfında evin askıda kaldığını ya da evdeki anneyle bebeğin sabahtan akşama kadar yatıp uyuduklarını sanarlar.

Benim sıkıntım şu: Biz işe dönmemiş, dönememiş ya da çalışmayan anneler, evde ne yapar ne yapmaz;onun hayatı nasıldır, insanlar tarafından niçin bilinmez. Hadi coşmayayım, insanlar demeyeyim, babalar niçin bilmez. Nasıl hülyalarda gezer koca kişisi.

Birbirini sevmişsin evlenmişsin de, çocuk yapınca hoooop şuur kaybı;) "pardon siz kimdiniz? Tanışabilir miyiz? Ay yanlız şu küçük kaka kokan kişiyi rica edeceğim içeriye götürün. Zira sizin gibi bir kadının bütün albenisini yok ediyor."

Şaka yapıyorum ama sanırım nerdeyse her bebekli evde şu diyalog yaşanmıştır. 

 Koca: "Ya bütün gün işteydim, belim koptu, biraz dinleniyim Allahını seversen" , 
Kadın: "E ben de oturmadım, bütün gün çocukla uğraştım; durmadı ki hiç" 
Koca; " Uyumadı mı çocuk? Uyudu. O ara ne yaptın? Dinlenseydin işte. Yemek de yapmamışsın. Ne yiyeceğiz? Yine mi pizza? Yine mi lahmacun ya? Ben emzirme döneminde niye kilo verilmiyormuş anladım :) "

Bu sonu gelmeyen birbirini tamımayan iki kişinin diyalogudur. Yok, tanımıyorlar hiç. Evliler, ondan önce de senelerce görüştüler, tatillere çıktılar, beraber yaşadılar belki. Ama artık birbrilerini tanımıyorlar belli ki. Bambaşka evrendeler. Birbrilerini görüyorlar, duyuyorlar ama sanırım dokunamıyorlar birbirlerinin ruhuna bir süredir. 

Aldığım duyumlara göre bu sağırlık, şuursuzluk zamanla düzeliyor ve çocuk büyüdükçe anne baba da tekrar karı koca olabiliyorlarmış. Ancak kritik dönem de zaten bu ilk sene;) İlişkiyi kurtardın kurtardın yoksa asker arkadaşı gibi çıkarlar ilk senenin tozundan dumanından. Peki bu ilk senenin garabeti neden?

Bir sebebi doğumdan ağzı burnu yamulan kadın sendromu olabilir. Geriye dönüş kolay değil tabii. Ah o eski bilekler ayaklar saçlar, nerdee? "Vakit bulacağım da maniküre gideceğim deeee, oldu" diyen kadınlarız biz. Bir diğer ağırlaştırıc faktör emzirme olabilir. Zaten hiç doymama gibi bir durum söz konusu. Seveyim derken bebeğini yiyebilirsin, o derece bir dipsiz kuyu taze anne midesi. 

Bir başka sebep de bebeğin bakımının tamamen anneye kalması ve babanın dut gibi evde akşamları takılması olabilir (evet dut yazdım, çok kibarım çünkü, teveccühünüz efenim). Tek teselli aracı meme. Evet, anne son çare. Ama neden aynı zamanda ilk çare, yedek çare, alternatif çare o anne? Yok mu onun muadili? Babanın görevi böyle bir durumda anneye lojistik destekten ibaret mi kalıyor? Baba kendini iyi mi hissediyor ? "Oh. İşten geldim, bir de yemek yapıyorum. Hangi baba yapmış ki bunu! Benim gibisi zor bulunur canım, tabi ,aferin bana! Ne süper bir insanım ben. Ben bütün gün işte mahvoluyorum, bir de eve gelip yardım ediyorum. Daha ne yapayım!" mi diyor kendi kendine?

 Ne çirkin cümle yazdım şimdi. "Babanın görevi". Görev olsun diye mi yapılıyor babalık? Bir eksiği bir fazlası yok mudur? Ya da çok mu oluyor bu anneler yahu? Herşeyi de babalardan mı bekliyorlar? 

Bilemiyorum ki. Önce bir babaların baktığı yerden bakayım diyorum. Cık, yok. Sonra kendime bakıyorum. E ben de halen sokak çocuğu gibi dolanıyorum. Ve evet, bazen yemek yapamıyorum. Ama yaptığım zamanları düşünüyorum. E ben de hiç alkışlanmadım mutfakta yemek yaparken;)

 Malesef anne de baba da bütün gün mahvoluyor,  ve karşıdakinden daha fazla yorulduğunu iddia etmeyi bırakmadıkları sürece karşıdakini duyamamaya ve ruhlarına dokunamamaya devam edecekler. Anne de baba da çok yorulur; az uyur. Ama karşındakine Kendilerini anlatmaya çalışmak yerine onu anlamaya çalışarak işe başlayabiliriz belki.  İlk olarak da şu sorudan vazgeçebiliriz;

"E sen bütün gün ne yaptın ki? "

Anne de baba da bütün gün diğerinin ne yaptığını bilmemesi zaten durumun vehametini gösterir. İşe fikir edinerek başlayalım. Baba ne yapmış? Nasıl geçmiş günü? Anne yemek yiyebilmiş mi? Tuvalete gidebilmiş mi? 

Çünkü o zaman biri diğerinden beklentilerini oluştururken insaflı ve gerçekçi olabilir. İkisi de bir isteği olmayınca sukût-u hayale uğramaz ve der ki içinden "elinden gelmiyor yardım edemiyor belki ama gönlünden geliyor canımın;)" işte o zaman hiçbir şey böyle ağır gelip kumda kayanın yaptığı gibi iz bırakmazdı akıllarda, vıdı vıdı söyletmez. 

 O zaman söyletmeyelim eşleri;)

Şubat 09, 2015

Seni de Yeneceğim Karma

Dün blogbabba'nın facebook hesabında paylaştığı bir yazı vardı, şahaneydi. Evrene açık mektup yazmış, çocukları ne güzel hasta olmuyor, maşallah derken, ertesi gün hastalanmış. O da isyan etmiş evrene, akıllı ol demiş :)

1-2 saat sonra tam açık yakaladım, Murat tok ve uyumuş, ev temiz, misafir yok, Göksel tok ve bilgisayar oyununa gömülmüş; "heh" dedim "Esra,  gün bugündür! Yazdın yazdın; yoksa Allah bilir bir daha ne zaman boşluk bulacaksın."

Oturdum bilgisayarın başına. Saf saf gidip bir de sağlıklı atıştırmalık ( Akdeniz mutfağı ya :) ) kuruyemiş ve kuru meyveler aldım Göksel'le ikimize. Sanki uzuuun saatlerimiz geçireceğiz ya baş başa bilgisayarlarımızda, kan şekerlerimiz filan düşecek, o kadar!  A ah. Açılmıyor. Normal başlatılamadı, safe mod da başlat ekranı çıkıyor. Tamam dedim bari safe mod da aç; yok geri aynı ekran. Kapattım açtım, pilini çıkarttım denedim, geri taktım denedim, esc e bastım ( e ama hep düzelirdi esc te :) ), orasına burasına üfledim ( leş gibi toz olmuş içi) , çay kaşığıyla stratejik noktalarına tıklattım. Yok arkadaş! Evrenin sıradaki kurbanı benmişim. Sen misin elalemin evrene karşı olan bu lakayıt tavrına gülen? Al sana alın yazısı, al sana karma!

Sen şimdi gönder havaya uzaya olumlamalarını hadi. Kapa gözlerini al derin nefesi burundan, eveeet ağızdan ver, çok güzeeeelll ve bütün kötülükler çıktı şimdi. Hıı hı, evet, oldu.

Tamamen düştü moral. Bir cumartesi günü rahat rahat oturup orayı burayı karıştırıp, bir yazı yazıp, türlü türlü alışveriş sitelerinden hiç satın almayacağım sepetler doldurmak kısmet değilmiş.

Bir de esas beni terörize eden düşünce sonra bastı. Ya bilgisayarın içindeki dosyalarım? Dünyanın dosyası var içinde. Benim liseden beri hard diskten hard diske taşıdığım bütün bagajım o bilgisayarda. Binlerce fotoğraf, yazılarım, lise, lisans ve yüksek lisansta yazdığım tüm ödev ve makaleler, e-kitaplarım.. vs. Pek kıymetli mal varlığım var orda. 2 gündür bunun kalp ağrısını çekmekten yazı da yazamadım.

Çok meraktayım acaba kurtarılabilecek mi bilgisayar. Bugün Göksel arkadaşına götürdü, şansımızı deneyeceğiz.

Sonra bari tabletten yazayım dedim (evimiz teknoloji çöplüğü), hooop içerden hakem maçın başlamadan bitiş düdüğünü çaldı ve ben başımı önüme eğip tıpış tıpış soyunma odasına geri döndüm.

Sonuç: Karma 1 - 0 Esra

Önümüzdeki maçlara bakacağız artık.

Şubat 06, 2015

Yemişim Organiğini Kabak !

Yaklaşık 10 gün evvel Göksel'in annesiyle babası gelirken bize yine elleri boş gelmediler sağolsunlar. Hamileliğin sonlarından beri sürekli bizim eve İstanbul'un ve Türkiye'nin değişik yörelerinden "köy" gıdaları gelmeye başladı. Efendim "köy peyniri, bir şey olmaz", "köy yumurtası bu, bol bol yiyin", ya da "köyden geldi bu barbunyalar, bir çuval ayıkladık, bittikçe gelin alın buzluktan". Herşeyin iyisine ve güzeline layıktı tabii Murat. Daha kendi barbunya kadar değildi ama barbunyanın kralını yiyordu. 

Ama bu sefer onlar da kendilerini aştı ve nasıl denk geldilerse bir şekilde bir üretici çiftçiden kocaman bir bal kabağı alıp getirdiler! Bayağı bildiğiniz bal kabağı. Kocaman. Geceyarısı saat 12 de vuran bir duvar saatimiz olsa arabaya dönüşesi gelebilir;  o kadar dev bir bal kabağı. 10 kiloya yakın bir dev.

Çok severiz tabii karı koca. Çok makbule geçti. Ama sorun şu: Biz bu dev şeyi nasıl yenebilir hale getireceğiz? Yani nasıl doğrayacağız? 

Satır gibi ağır kesici bir aletimiz olmadığını farkettik. "Şöyle keselim, yok önce buraya götürüp manav amcadan rica edelim, evde yere atsak acaba bölünebilir parçalara ayrılır mı" gibi zihni sihir fikirlerle yaklaşık 1 hafta geçti ve Göksel evdeki en kesici seramik bıçakla kesebileceğine inandı. Bu inançla fiilen kesme olayına kadar da bir 4-5 gün daha geçti.

 Çünkü zamanlamayı da düşünmek lazım. Ne zaman girişmeli? Sabah girişemez işe yetişemez. Akşam eve geldiğinde girişmesi lazım; ama o da mümkün olmuyor çünkü zaten Murat'ı günde toplam 3-4 saat görebiliyor ve bu saatleri mutfakta bir canavarla hesaplaşarak geçirmek istemiyor haklı olarak. Bunun gibi lojistik ayarlamalarla da vakit kaybetsek de sonunda Göksel'le hellalleştim  ve mutfağ gönderdim. 

"Arkamdan kapıyı kapat ve içeri ne duyarsan duy gelme" dedi, "Buradan sadece 1'imiz çıkacak; ya bu turuncu canavar ya ben". 

Sonra başladı sesler. Dann! dunn! kemik sesleri resmen! Göksel'in söylenmeleri bir taraftan :) İçerde aşağı yukarı 1 saat kaldı. O kadar yoruldu ki o gün spora gidemedi. O günlük sporunu yaptı saydık ev kurulu olarak. Sonrasında salona geldi, "Esra, karpuz dilimlerine ayırdım ama sen bunları nasıl soyacaksın ki kabuklarından? Ben 1 dilim yaptım çok zor oldu; gel bir bak" dedi. Yıkıldım. Ya "1 saattir içerdesin pat küt yıktın mutfağı, daha ancak dilimlere mi ayırdın efendi!" diyesim geldi, yuttum.

Biliyorum da meretin kabukları çok zor soyuluyor. İlk evlendiğimiz sene Göksel'in canı çekmişti. Ben de taze evliyim ya heves ettim pazara gitim kabak alacağım." kilo kabak verir misin amca?".  "Tabii" dedi, doldurdu karpuz dilimi kesilmiş kabakları kabuklarıyla, ben de aldım saf saf döndüm evime. Soymaya girişeyim dedim, tam 2 saat,4 morarmış parmak ve 2 bilek ağrısına mal oldu. Tövbe ettim bir daha kabak almaya. Sonradan öğrendim ki amca beni tokatlamış. Hem zamanımdan hem cebimden çalmış. 2 kilo kabak diye kabuklusunu bana satmış; evde doğrayınca kalmış 1 kilo bir şey (e ilk defa soyuyorum, insaf, biraz fazla derinden kesmiş olabilirim kabukları). O günden sonra her kabak alışımda pazardaki amcalara soyulmuşlardan vermelerini rica ettim. 

Bu yaşanmışlığın verdiği terörize olmuş gözlerle mutfağa doğru gittim ki ne göreyim! Hepsi bitmiş :) 

Bütün dilimler temizlenmiş tepeleme böyle tencereye dizilmiş :) Heralde mutluluğumu anlatmaya çalışsam beceremem. O kadar ki geride bıraktığı vahşetin izleri bile canımı sıkmadı. Mutfağın her tarafına yapışmış kabak parçalarını çıkartmaya çalışırken bile mutluydum.

Sonra bu kadar kabağı ne yapacağımızın telaşı sardı. Repertuar dar. Çorbasını bilirim tatlısını bir de muhallebili tatlısını bilirim o kadar. Hemen parçalara ayırıp buzluğa attık; bugün için biR parti bıraktık tatlı yapalım diye ( Akdeniz mutfağıysa Akdeniz mutfağı. Peki bu Akdenizliler tatlı da mı yemiyor yahu? :) )

Girdim araştırdım, pancake'inden smoothie'sine kadar türlü türlü alengirli kullanım biçimleri buldum. Bakalım, ziyan etmeden deneyeceğiz bir şeyler. Kalan kabukları ve çekirdekleri nasıl değerlendirsem diye araştırırken, kabukları kavurma yöntemini okudum. Lakin yapış yapış kabağın bütün çekirdeklerden tek tek temizlenmesi gerektiğini okuduğumuzda, bu işin bize göre olmadığını anladık ve üzülerek de olsa kabağın büyük bir kısmıyla vedalaştık.

 Bugün ilk sıradaki yemeği yaptık: muhallebili kabak tatlısı. Hafif (!) ve sütlü bir tatlı diye vicdanlarımızı kafaladıktan sonra her şey çok kolay ve hızlı gelişti:)

Resimin dahi çekemedim; bir anda kenarından koca bir parça eksilmişti bile:)

Şubat 04, 2015

Bir etobur / hamurobur çiftin hazin sonu


Bugün hava şahaneydi; az rüzgar var ama bizi durduramaz dedim. Annem 11.30 gibi Murat'ı görmeye geldi; hadi dedim pazara ordan da sahile. O pazara gidilecek. Dün twitterda keyiflianne ayva tatlısı yapıp resmini paylaşınca kendime o pazara gidip ayva almayı bir görev edindim. 

Alamadım ayva malesef. Zira Göksel çoktan ayvayı yemiş ikimiz adına da. Göksel'in tansiyonu yüksek çıktı geçen haftaki kontrollerinden sonra ve doktor bizi lohusa+emziren anne+şuursuz yiyici modumuzdan ivedilikle çıkmamız konusunda uyardı. 35 yaşında tansiyon hastası olmak istemiyorsa Akdeniz mutfağına davet etti bizi. Biz de yarım ağız bu daveti kabul ettik. O yüzden 2 gündür balık ve salataya verdik kendimizi. 

Eskiden bir de "Bu akşam hafif yiyelim tatlım, salata yapalım" dediğinde ikimize ayrı ayrı salata kaseleri hazırlardım. Kase derken hani şu masalarda ortaya konan dipsiz kuyu gibi çanaklar var ya onlardan:) Ne o hafif yiyoruz. Ya ne hafifi? Baya baya kiloyla ot yiyorduk nerdeyse adam başı.

Şimdi 1 kase yapıp bölünce tabaklara pek bir sefil durdu zavallı tabaklar. Balık koyduk yanına; yok, ı ıh! Pek de dolmadı. Sonrasında elleri birleştirip mutfakta fellik fellik dolaşıp tatlı bakınırken " Ah bir helva olaydı, fırına verseydik. Balığa giderdi be" diye söylendik. 

Yok yok, bu kilolar gidecek, tuz kesilecek, spor yapılacak. Ama isteyerek ama istemeyerek. Ben erken yaşta hastalıklar, haplar, ilaçlar, doktorlar, hastaneler istemiyorum Murat'ın hayatında. Bilmesin gitmesin, götürmesin bizi de. 

Bizi hep evde yatarken görsün, hastanede değil; yediğimiz drajeler şeker olsun, ilaç değil. 

Neyse. İşte bu yüzden gittik pazara. Etçil biri olarak alışverişe çıkınca pazarda gördüğüm her sebzeyi aldım. Gerçekten aldım. Brüksel lahanasına kadar aldım. Şuan evde pırasa, ıspanak, kereviz ve yeşilin her rengi ve türü var:) Hayır, insan hiç mi yaratıcı olamaz ya. Bir klasik kış sebzesi yığını yapaydın bu kadar olurdu. Yer elması alsaydın mesela. Çok sıradansın kadın. Varsa yoksa ıspanak, pırasa, kereviz ve küçük ağaççıklar. 



Bakalım. Sizlere haber vereceğim bu gidişattan ara ara. Ne kadar sebat edip hayat tarzımızı değiştirebildik; ne kadar başarısız olduk hepsini yazacağım samimiyetle. Bu da biraz yıldırıcı olur belki benim adıma. 

Gırtlağını tutamayan anne olarak nam salarım artık bloggerlar camiasında, kocasının tansiyonunu bile yiyen anne..

Yolumuz açık olsun!

Şubat 03, 2015

Yazdığım en zor yazı olacak

Bu yazdığım en zor yazı olacak. Ne yazacağım, parmaklar hangi tuşlara basacak, tam ben de bilemiyorum. Kafamda bir hortum, önüne çıkan her düşünceyi katıyor önüne savuruyor beynimin kör köşelerine bir kendi kalıyor. Başka bir şey düşünemiyorum. 

Bugün ben 8 yaşıma girdim. Esra Tenekecioğlu 8 yaşında. Önceden bir Esra vardı; orjinal olandı. Çok mutluydu. İlk yazdığım postumda da anlatmıştım; ailesinin ortanca kızı, babasının Aça'sı diye. İşte bugün hem babamın, hem Aça'nın ölüm yıldönümü ve Esra Tenekecioğlu'nun 8. yaşgünü.


Ben öleli ve yeniden başka bir şey olalı 8 sene olmuş. Ne kadar özlediğimden unutamadığımdan filan bahsetmeyeceğim. Her insan evladı bu kötü tadı damağında yüreğinde hissedecek. Çok da yağlı bir his meret; yapıştı mı kalıyor gitmiyor bir türlü. 

2 sene evvel Facebook'ta doğumgünümde yazdığım yazıyı hatırladım. Gittim didkledim didikledim buldum. 


"Insan doğum gününde sevdiklerini yanında istiyor gerçekten. Garip.. Hayatımdaki en değerli 2 erkekten biri Göksel yanımda diye keyiften mest olurken, ötekisi babam yok diye de içerlerde tam da kestiremediğim bi yerlerde bir sıkıntı. Koyverdim gitti. Ayhançoma öpücükler, özlem dolu öpücükler, wherever u might be:)"







Şimdi hayatımda 3 değerli erkek var. Ama insanın sevgisi yüreği pasta değil ki pay edip bölüştüresin. Hergele, her yeni adamla büyüyor. Nasıl buluyorsa kalpte bir yerlerde kendine yer açıyor her yeni kişi. 


Bitmiyor sevgi, dinmiyor acı, sızı.


Geri dönüp baksam, 2007 yılında tuttuğum ajandamda/günlüğümde (evet o zamanlar sanal değil, kağıtla kalemle yazardım. Ama yine her gün yazardım). Arka sayfasında bir Mart günü yazılmış kısa bir yazı bulacağım. O yazıyı keşke yazmasaydım.


Yazdığım günden beri peşimi bırakmadı; kovalar beni. Bir şey itiraf edeyim; hamilelik testinde çift çizgiyi gördüğüm an aklıma o yazı geldi. " Yuh dedim; şu anda mı beni buldun lanet şey!" Söz uçardı giderdi uzak diyarlara beni unuturdu belki. Ama adi yazı uçmadı; bırakmadı peşimi, kaldı.


Yağmurlu bir akşam Taksim'den dolmuşa binmiş eve Bostancı'ya dönüyordum. 45 dakika olmuştu ve tabii ki her yağmurlu günde olduğu gibi, dolmuş halen Barbaros'u tırmanamamıştı. Yine doldum şuan olduğu gibi. Baktım taşacağım; " çıkar" dedim "Esra, çıkar kalemi yaz. Yoksa durduramayacaksın kendini".


Tam kelimeleri doğru olmasa da şöyle yazdım o deftere:


"Tamam, sen öyle uygun buldun, gittin. Peki. Aslında peki değil ama, peki. Sen istedin, sen uyguladın. Kafana eseni yaptın gittin. Buna da alışırım. Hep böyle düğüm düğüm olmayacağım. Bir gün gelecek güleceğim bile. Tabii ya, mutlu bile olacağım. Hatta o kadar olacağım ki, güldüğümde aklıma sen geldiğinde hemen susmayacağım. Ama benim bundan sonra hiç "en mutlu günüm" olmayacak. Çünkü o günde sen varolmayacaksın. Senin içinde olmadığın dünya eskisi kadar güzel hiç olmayacak.


Ama iki günde canım çok yanacak. Birinci gün düğünüm olacak. Kocam annesiyle dans ederken, ben ne yapacağım baba? Beni evden çıkarken öpmeyecek misin? Gözlerin dolmayacak mı? Ben senin olmadığın düğün günüm için "hayatımın en mutlu günü" diyemeyeceğim.


İkinci gün çocuğumun doğduğu gün olacak. Çok mutlu olup çok üzüleceğim. Ağlayacağım; herkes mutluluktan sanacak. Ama ben 'lanet olsun ya! Sen dede olmalıydın' diyeceğim. Çünkü sen dede olmalıydın. Sen süper dede olurdun. Dinçsin sen; gençsin. 1 gr. yağ yok, çakı gibisin baba. Öyle nefes nefese bitik dede olmazdın ki sen. Torununla koşardın oynardın, onu omzuna alıp gezerdin. Ben biliyorum ama çocuğum bilemeyecek. Senin mükemmel bir dede olduğunu bilemeyecek. Sen onun için bir fotoğraf, bir toprak, tatil günü gitmek istemeyeceği kabristan ziyareti olacaksın. Ve ben bu fikre dayanamıyorum, baba. Sen torununun aşık olacağı adamdın, tanımayacağı adam olacaksın."


Murat seni tanıyacak baba, söz. "Ayhançoma öpücükler" diyecek kabristanda benimleyken, "wherever you might be"